Yine eskilerden bir şeyler...
***
Derin Gri Deniz
Tek başıma yürüyorum. Yalnızlığımın farkında olarak... Yüzüme esen sert rüzgar, anılarımı gözümün önüne getirmeye çalışıyor, biliyorum; ama umurumda değil. Ben sadece mutlu olmak istiyorum. Gözlerim, bulutların arkasından bana ulaşmaya çalışan güneşe dönüyor. Orada, beni mutlu etmek için alev alev tutuşuyor. Evet, güneş benim için var.
Hala tek başımayım. Oturacak bir bank buluyorum kendime. Neşeli bir gün, diyorum. Yaşamak için güzel bir gün... O vakit ölenleri düşünüyorum, tüylerim ürperiyor. Bu nedenle yeni doğan birkaç bebeği gözümün önüne getiriyorum. İçim huzur doluyor.
Etrafımı izliyorum. Önümde sonsuz bir deniz ve bir sürü martı var. Özgür olmak, uçmak... Özeniyorum kuşlara. Birden, üzerimdeki her şeyi çıkarasım, denize atlayasım geliyor. Sonra esen rüzgar beni durduruyor. Ben hala bir insanım. Hasta olmayı kimse istemez.
Denizin sonsuzluğunu bir grup insan bozuveriyor. Kahkahalar atarak farklı ritmlerde yürüyorlar. Arkadaş olamayacak kadar uyumsuzlar. Hepsi gidince kendimi manzaraya veririm, diye düşünerek iki üç saniyeliğine dikkatimi ayakkabılarıma veriyorum, ıslanmışlar. Yağmur damlalarıyla dolu ayaklarım var, bütün dünyayı onlarda taşıyormuşum gibi hissediyorum.
Kafamı kaldırıyorum. Gözlerimin önündeki tek şey manzara olacak sanıyorum. Ama olmuyor. Az önceki insanlardan biri, birkaç adım uzakta, tam benim hizamda durmuş, manzaramı kapatıyor. İçimden ona lanet ediyorum. Ayağımdaki bütün ağırlıkla kalkıyorum ve lanetimi kelimelere şöyle döküyorum:
"Pardon beyefendi, manzaramı kesiyorsunuz."
Ne kadar da kindar bir insanım. Üstelik ne de megaloman... Ne olmuş yani, alt tarafı önümde duruyor. Bunu yapmaya hakkım yoktu, ama artık çok geç...
"Manzara mı? Ben bir şey görmüyorum."
Dalgın ve üzgün bir sesle, bu adam bana sıradışı bir yanıt veriyor. Ben ne kadar normal bir cümle kurduysam, o da beni o kadar normal bir şekilde cevaplıyor. Hala arkası dönük, biraz daha yaklaşıyorum.
"Çok şey kaçırıyorsunuz."
Aman tanrım bu ben miyim? İstemsizce cümleler dökülüveriyor ağzımdan ve gözlerim, onun yüzünü görmek için bedenimden ayrı hareket edecek gibi oluyor. Ama hiçbir şey yapmıyorum, sadece bekliyorum.
"Kör olma ihtimalim yok mu peki sizce?"
Adam, bunu söylerken gülümsemişti, eminim. Yüzünü görmüyor olmam, onu hissetmediğim anlamına gelmiyor. İçimde hissediyordum adeta, yüzeylerde değil, biraz derin... Kurduğu son cümleyle, başımdan kaynar suların döküldüğünü hissediyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
"Ben... Çok üzgünüm..."
Dopdolu bir kahkaha atıyor. Bunu içimde hissediyorum. Akciğerlerim havayla doluyor ve kalbim normalinden katbekat hızlı atmaya başlıyor. Az evvelki güneşten daha mutlu ediyor bu beni... Bakışlarım dolulaşıyor birden.
"Merak etmeyin, kör falan değilim... Ben sadece yaralı bir adamım, o kadar..."
Hiç hız kesmiyorum. Yayılan mutluluktan faydalanmalıyım.
"Ama neden?"
Sanki bu soruyu bekliyormuş gibi, birden yüzünü bana dönüyor. Orta yaşlı, mükemmel bir gülümsemesi olan bir adam... Bu adam neden benimle konuşuyor, diyorum kendime. Ya da ben neden onunla konuşuyorum... Bilmiyorum.
"Yaraları sarmak konusunda pek heveslisiniz galiba küçükhanım."
Küçükhanım... Kulağa hoş geliyor... Aldığım cesaretle , "Öyleyim" diyorum, "Siz anlatmaya hevesliyseniz..."
Yine dolu bir kahkaha atıyor. Ama bu seferki kahkaha o kadar minör tonlarda ki, ağlayasım geliyor. Bu adamın yanında kendimi çocuk gibi hissediyorum. Duygularım arasında bir cambaz gibi...
"Bazen kelimelere dökemeyeceğin kadar acı dolusundur. Ya da hissettiremeyeceğin kadar aşk... Ya da tarif edemeyeceğin kadar kayıpsındır... Belki de hep doğru yerde, ama fazlasıyla doğru..."
Fazlasıyla görmüş geçirmiş biri... Küçücük bir kızım artık, karşısında cümle kurmakta zorlanıyorum.
"Anlıyorum."
"Evet, anlıyorsunuz."
"Siz bunu nereden anladınız?"
Kollarını kucağında kavuşturup, başını sola eğiyor. Düşünceli bir şekilde
"Gözleriniz... Çok dolu bakıyor." diyor.
Duyduğum bu iltifat karşısında, şaşırıyorum. Kaşlarımı çatıyorum. Daha bunu atlatamadan bir ikinci analiz geliyor.
"Kalbinizin acıdığına bahse girerim. Ama yine gözleriniz, masum olduğunuzu bağırıyor. Lakin kirpikleriniz, kendinizi suçlu hissettiğiniz için sürekli gözlerinizi kapatıyor, aşağı bakıyorsunuz."
Öylece bakakalıyorum. Sonra elimi alnıma koyup, başımı öne eğiyorum. Bu adam beni bu kadar iyi tanıyor olamaz. Daha adımı bile bilmiyor.
Yavaşça, bana dokunuyor ve bir elini omzuma koyup, diğeriyle elimi alnımdan çekip, çenemi yukarı kaldırıyor.
"Sen doğru olanı yaptın."
Bana neler oluyor anlamıyorum. İçimden geçenleri nasıl bu kadar iyi okuyabiliyor? Ben, onu nasıl bu kadar iyi hissedebiliyorum. Gözleri... Derin griye dalıyorum. O an, kendimi tutamıyorum ve karşımdaki adama sarılıveriyorum. Öyle kocaman sarılıyorum ki, içim ısınıyor, orada kayboluyorum. İçimdeki bütün yaralar kapanıyor sanki. Her bir saniye daha da iyileşiyorum. Mutluluk, içimden taşıyor ve gözyaşı olup yanaklarımdan süzülüyor en sonunda. O da sakince saçlarımı okşuyor.
"Hep benimle kal."
İşte o an, dünyanın ayaklarımın altından kaydığını hissedeceğim cümleyi kuruyor.
"Gitmeliyim."
Olmaz, olamaz... Eminim, bu sefer tanıyorum onu. O da beni tanıyor. Ama neden? Neden gidiyor? Çaresiz cümlem, eklemlerimin eriyişiyle dudaklarımın arasından çıkıyor.
"Gitme..."
Onu sıkıca sarıyorum. O da beni sarsın istiyorum, son bir kez... Yapıyor. Beni sonsuzca kucaklıyor. İçine alıyor. Sonunda, bırakıyor. Nefes alamayacak gibi oluyorum.
"Ben hep, burada, yanında olacağım. Ne zaman istersen... Bir yere gittiğim yok..."
Mükemmel gülümsemesiyle, kalbime dokunuyor. Öyle seviniyorum ki, ağlayacakken gözyaşlarım içeri akıyor ve göğsümün derinliklerinde, ufak bir kristal oluşuyor. Pırıl pırıl, yepyeni, tertemiz...
Ben de gülümsüyorum. Çünkü o, beni yine iyileştirdi. Müthiş bir güven ve huzurla, "Hoşçakal." diyorum. Ellerimi ceplerime koyup, arkamı dönüyorum ve ritmik adımlar atmaya hazırlanıyorum.
"Bu arada, adın neydi?" diyerek arkamı dönecek oluyorum, ama onun çoktan gitmiş olduğunu fark ediyorum. Gülümsüyorum. Bu duruma gülümseyebildiğimi fark edince de kahkaha atıyorum. Orada, sonsuz denizin önünde, belki de deli bir mutluluk yaşıyorum. Onun var olduğunu bilmek, o derin bakışlarda yüzüp, her birini içime çekebilmek... Hissedebilmek...
Denizin kokusunu içime çekiyorum. Uzaklarda, martılar denize akın ediyor. Balık bulmuş olmalılar.
'Artık ben de özgürüm.' diyorum ve uçarak, kayıplara karışıyorum.
Olması gerektiği kadar kayıp, tarif edemeyeceğim kadar doğru yerlerde...